Şafak Kuşu'nun rüyası
Sabahın beş buçuğu, şafak söküyordu. Basık tavanlı çivit badanalı küçük odanın kapı mandalını yavaşça kaldırarak içeriye giren kadın, duvarda bir çiviye asılı gaz lambasını üfleyip söndürdü. Yer şiltesinde uyuyan çocuğunun başucunda diz çöktü; yavaşça saçlarını okşayarak uyandırdı, “Hadi kalk oğlum, sabah oldu.”
Çocuk rüya görüyordu; uyanır uyanmaz bir boşluktan düşmüş gibi irkildi. O anda düşle gerçeğin acımasızlığı yüzüne vurdu. Rüyasında gökyüzünde süzülen mavi renkli uçurtmanın kır çiçeklerinin üstünde sürüklenen ipini yakalamak için peşinen koşturuyordu…
Şimdiye kadar hiç uçurtması olmamıştı, İlkbaharlar gelince, komşularının çocukları ellerinde rengârenk uçurtmalarıyla kırlara koşardı; onun eli hep boş olurdu yanlarında. Ara sıra uçurtmalarının ipini ona biraz tutturdular mı dünyalar onun olurdu. Masmavi gökyüzünde süzülen bir uçurtmanın ipini tutmak çok güzel bir duyguydu; onun olmasa bile.
Her sabah olduğu gibi erkenden uyandırılmanın bezginliği ile ayağa kalktı, üstünde yattığı şiltenin başucundaki fanilasını askılı kısa pantolonunu alıp giyindi. Diğer şiltede uyuyan kardeşinin üstüne basmamak için yavaşça yürüyerek avluya çıktı.
Dışarıdaki serin hava terli vücuduna vurunca ürperdi. Kuşluk vaktiydi. Kuşluk vakti yavaşça el ayak çekip gidiyordu. Ufuklardaki dağların sisli sırtlarına sabah aydınlığı düşmeye başlamıştı. Kurşuni gökyüzündeki yıldızlar giderek silikleşiyordu. Sadece sabahyıldızı doğanın aydınlığına direniyordu.
Her sabah 5.15’de Şemikler’den Basmane’ye hareket eden banliyö treniyle işe gittikleri babası ondan önce uyanmıştı. Avludaki tulumbanın başında öksüre öksüre elini yüzünü yıkarken bir karaltı gibiydi. Onun dışarıya çıktığını fark edince öfkeli bir sesle mırıldandı; “Her sabah kalkarken ölün kalkıyor. Haydi, sallanma treni kaçıracağız."
İlkokulu bitirir bitirmez, babasının çalıştığı bir tekstil fabrikasında işe başlamıştı. İşçi kimlik belgesini eline tutuşturdukları günü yaşamı boyunca hiç unutmayacaktı. Küçücük vesikalık fotoğrafının üstüne mühür basılı o kimlik belgesi, henüz 13 yaşlarında parmak kadar bir çocukken adeta işçiliğe mahkûm edilişinin ilamı gibiydi.
Kira ile oturdukları küçük evlerinin bahçesindeki köknar ağaçlarını o gece hiç durmadan hırpalayan fırtınanın uğultuları arasında sabaha kadar gözüne hiç uyku girmedi. Sessizce gözyaşı döktü hep. Yoksulluk, ilkokulu bitirir bitirmez, evlerinin önünde arkadaşlarıyla birkaç gün bile oyun oynamasına fırsat vermemişti.
Sabahın alaca karanlığında ortalık sessiz ve tenhaydı. Babası önde o arkasında toprak yolda tren istasyonuna doğru yürüyorlardı. Ağaçların arasından ışık huzmeleri görünen bir marşandiz önlerinden gürültüyle gelip geçti. Makasçı kulübesinin arkasındaki patikadan demiryolu kenarına çıkarak, az ilerideki istasyonda hareket etmek üzere olan banliyö trenine doğru koşarcasına yürüdüler.
Not:
Zamanın bir yerinde, her sabah Şemikler’den 5.15'de Basmane’ye hareket eden banliyö treninde, sağa sola beşik gibi sallanan vagonların ahşap kanepelerinde, başları omuzlarına yıkılı uyuklayan kısa pantolonlu işçi çocuklara. “Şafak Kuşları.” deniliyordu.