kapının eşiğinden ayaz üfürüyordu
saçlarını yavaşça okşayıp uyandırdı annesi
duvarda çiviyle asılı fanusun alevi yorgundu
düş görüyordu uykusunda irkilerek uyandı
damdan düşer gibi gerçekle yüz yüze kaldı
şafağın sisli aydınlığı düşmüştü pencereye
bulutlara doğru uzaklaşıyordu uçurtma
çimenlerde sürüklenen ipini yakalayamadı
üzülmüştü arkasından hüzünle baktı
ilkbaharlar gelince komşularının çocukları
yemyeşil kırlara koşuşurdu uçurtmalarıyla
onun eli hep boş olurdu yanlarında
ona bazen uçurtmalarının ipini verirlerdi
gökyüzünün büyülü maviliğinde süzülen
bir uçurtmanın ipini tutmak çok güzeldi
kısa pantolonunu giyerek avluya çıktı
sisler vardı ufuktaki dağların sırtlarında
aydınlıklar dörtnala koşuyordu sabaha
tulumbanın başında karaltı gibiydi babası
dışarı çıktığını görünce mırıldandı öfkeyle
haydi, çabuk ol sallanma treni kaçıracağız
sürüklenip gidiyordu çocuksu özlemlerine
yokuştan aşağı akıp giden sular gibi çaresiz
umutlarını gizlediği suskun sığınağında
yıldızlar düşüyordu şafaklardan düşlerine
her sabah alıp götürüyorlardı sonsuzluğa
bir daha dönmemecesine gözyaşlarıyla
alelacele toprak yoldan çıktılar demiryoluna
5.15 treni hareket etmişti arkasına bakmadan
Yetişip binmek için koşuştular son vagona
boyu yetmedi elini uzattı babası haydi diye
vagon sahanlığının üç basamaklı merdivene
çekip aldı onu kader denilen bitmeyen çileye
ninni söyler gibi sallanıyordu trenin vagonları
yüzleri solgundu omuzlarına yıkılıydı başları
uyukluyordu kısa pantolonlu şafak kuşları
“1960’lı yıllarda, her sabah,
5.15 de Şemikler’den Basmane’ye hareket eden işçi treninde, uyuklayan
kısa pantolonlu işçi çocuklara, “Şafak kuşları” denirdi.”
(Hüseyin Günlü)
Yorumlar